HAFTANIN ALBÜMLERİ: 8-12 EYLÜL
BAXTER DURY – ALLBARONE
Heavenly Recordings aracılığıyla 12 Eylül'denpiyasaya sürülen 'Allbarone' isimli dokuzuncu Baxter Dury albümü, beş yıllık bir aranın ardından prodüktör Paul Epworth (Adele, Florence + The Machine, Bloc Party) ile yapılan iş birliği sayesinde Dury’nin kariyerinde yepyeni bir döneme işaret ediyor.
Her şey, Dury’nin 2024 Glastonbury’de Park Stage’de verdiği konserin ardından başladı. Sahne arkasında karşılaştığı Paul Epworth ile yapılan kısa bir sohbet, Londra’daki Church Studios’ta aylar sürecek yoğun bir çalışmanın ilk adımı oldu. Epworth’un kusursuz prodüksiyon zekâsı ve Dury’nin keskin gözlem gücü birleşince ortaya, hem melodik olarak daha doğrudan hem de şaşırtıcı derecede çağdaş bir albüm çıktı.
‘Allbarone’, dokuz şarkılık bir hikâye gibi kurgulanmış. Dury’nin söylediği gibi, albümde “iki kişilik” dolaşıyor: biri sokaklarda kaybolmuş statü peşinde koşan figürler, diğeri ise onların kırılgan, alaycı ve çoğu zaman kendiyle çelişen iç sesleri. Şarkılarda rastladığımız karakterler, kimi zaman Shoreditch’te bıyıklı ve mokasenli bir hipster, kimi zaman Chiswick’te keyif süren yaşlı bir gangster. Hepsinin ortak noktası, kendini olduğundan büyük görme arzusu ve reddedilince dağılan egoları.
Albüm, adını taşıyan açılış şarkısı ‘Allbarone’ ile başlıyor. Zincir bar kültüründen ilham alan şarkı, disko-funk havasıyla albümün hem mizahi hem de eleştirel tonunu ortaya koyuyor. ‘Schadenfreude’ ise başkalarının düşüşünden keyif alan karanlık bir iç sesi yansıtıyor; Kraftwerk esintili sert elektronik altyapısıyla öne çıkıyor. ‘Return Of The Sharp Heads’ ise Sleaford Mods’u hatırlatan öfkeli bir disco-funk çizgisine sahip; toplumun kendini ayrıcalıklı gören yüzlerine yöneltilmiş acımasız bir çıkış niteliğinde.
Epworth’un prodüksiyon yaklaşımı, albümü önceki Dury işlerinden farklılaştırıyor. Minimalist bir disco estetiği, endüstriyel elektronik vuruşlar ve groove’a yaslanan funk, Dury’nin yarı-mırıldanır konuşma-vokal stilini yepyeni bir yere taşıyor. JGrrey’in eşlik ettiği ‘Alpha Dog’ ve ‘The Other Me’ gibi şarkılarda vokal düetleri, albüme hem zarif hem de çarpıcı bir kontrast katıyor.
Dury’nin en büyük korkusu, kendi deyimiyle “Harrods hamper music” – yani birbirinden kopuk, gösteriş için serpiştirilmiş tatlar bütünü. Fakat ‘Allbarone’ tam tersine tutarlı, yoğun ve baştan sona sürükleyici bir deneyim sunuyor.
Baxter Dury, yıllardır yaptığı gibi yine keskin toplumsal gözlemleri mizahla, iğneleyici hicivle ve beklenmedik bir duygusallıkla harmanlıyor. ‘Mr W4’ albümü kapatırken, ototune ile bükülmüş vokallerin içinde statü hırsı ile melankoli yan yana duruyor. ‘Roaming like a panther” gibi ifadeler, bir yandan komik bir abartı, diğer yandan hüzünlü bir iç ses olarak yankılanıyor.
'Allbarone', Dury’nin yalnızca Ian Dury’nin mirasından gelen bir isim olmadığını, kendi absürt evrenini kurmuş bir hikâye anlatıcısı olduğunu kanıtlıyor. Mizah ile trajediyi, disko ışıklarıyla gece yarısı iç hesaplaşmalarını aynı potada eriten bu albüm, 2025’in en özgün işlerinden biri olmaya aday.
GUERILLA TOSS – YOU'RE WEIRD NOW
New York çıkışlı deneysel dans-punk grubu Guerilla Toss, kariyerinin en özgür ve kendine güvenli işlerinden biriyle geri döndü. 2011’den bu yana sahnelerin ‘tuhaf’ kanadında kendi yolunu açan grup, beşinci albümleri ‘You’re Weird Now’ı, Vermont’ta kaydederken “punk lunch” adını verdikleri küçük bir ritüel geliştirdi: vokalist Kassie Carlson’un stüdyo buzdolabında bulduğu rastgele malzemelerden hazırladığı, hep birlikte paylaşılan sandviçler. Bu sahne, aslında albümün ruhunu da özetliyor—absürt, kapsayıcı, samimi ve tamamen kendine ait.
Albümün kayıtları, Phish gitaristi Trey Anastasio’nun stüdyosu The Barn’da, Pavement efsanesi Stephen Malkmus prodüktörlüğünde gerçekleşti. Malkmus’un uzun süredir birlikte çalıştığı mühendis Bryce Goggin ve Phish’in teknik sihirbazı Ben Collette de ekibe katıldı. Bir araya gelmesi imkânsız gibi görünen bu isimler, Guerilla Toss’un müziğinde zaten var olan sınır tanımazlığın doğal bir uzantısı gibiydi. Pavement’ın kayıtsız tavrı, Phish’in jam kültürü ve Primus’vari absürtlük, burada tek potada eridi.
Sub Pop etiketiyle çıkan ‘You’re Weird Now’, tuhaflığı bir damga değil, kutlanacak bir özgürlük alanı olarak sunuyor. Carlson’un ifadesiyle “weird” olmak, sanıldığı kadar kolay değil; cüret, öz güven ve süreklilik gerektiriyor. İşte bu albüm, grubun yıllar içinde inşa ettiği içsel güvenin en net yansıması.
Davulcu Peter Negroponte’nin, “var olmayan en iyi hitlerimizin derlemesi” diye tanımladığı albüm, aslında grubun tüm geçmişini damıtıp yeniden icat etmesi. Yüksek enerjileri hâlâ yerinde ama bu kez daha net, daha bilinçli ve daha vurucu.
Albüm, ‘Krystal Ball’ ile açılıyor: endüstriyel bir breakdown’a ve akılda kalıcı, yaylım ateşi gibi bir hook’a sahip, kendini festival kalabalığında bağırarak eşlik ederken hayal edebileceğiniz türden bir şarkı. Ardından gelen ‘Psychosis Is Just a Number’, No Wave ve post-punk mirasını sahipleniyor; Pylon ve The Contortions etkileri Brian Eno’nun No New York derlemesini hatırlatıyor.
En parlak anlardan biri ise ‘Red Flag To Angry Bull’: kamp ateşi etrafında söylenebilecek kadar samimi bir nakarat, Carlson ve Malkmus’un düeti, Anastasio’nun imzasını taşıyan gitar solosu ile birleşiyor. Mütevazılığıyla tanınan Anastasio’nun bile davet edildiğinde şaşırdığı bu iş birliği, müziğin paylaşım ve ifade gücünü tüm açıklığıyla ortaya koyuyor.
Başka yerde sıkça moda olan elektronik, dans, jungle ya da bubblegum etkileri, Guerilla Toss için yeni değil. Onlar bu ‘türsüzlüğü’ en başından beri sahipleniyor. Örneğin ‘Life’s a Zoo’, aşırı uyarılma hissini anlatırken dinleyeni de bilinçli olarak aşırı uyarıyor; chiptune melodileriyle beyni piksel piksel dağıtan bir şeker patlaması gibi.
Malkmus’un gevşek ama güven verici prodüksiyon yaklaşımı, gruba kendi sezgilerine güvenmeyi öğretti. Carlson bunu şöyle özetliyor: “Bu isimlerle çalışmak bana yaptığım şeyin yanlış olmadığını hatırlattı. Yaratmak, üretmek, sahne almak hayatım için hayati bir şey ve bu albüm bunu kanıtlıyor.”
Sonuçta ‘You’re Weird Now’, yalnızca müzik tutkunlarına değil, kendini “farklı” hisseden herkese sesleniyor. Guerilla Toss için müzik, punk lunch gibi: eldeki malzemelerle rastgele ama sevgiyle hazırlanan bir şey; kimi zaman absürt, kimi zaman kaotik, ama her zaman paylaşmaya değer. Carlson’ın sözleriyle: “Herkes müziği sever. Eğer sevmiyorsan biraz da aptalsındır.”
PARCELS – LOVED
Avustralyalı indie-pop grubu Parcels, üçüncü albümleri ‘LOVED’ ile dört yılın ardından yeniden aramızda. 12 Eylül’de dinleyiciyle buluşan olan albüm, grubun şimdiye kadarki en parlak, en pop yönelimli ama aynı zamanda en içten ve en yansıtıcı çalışması. Grup üyeleri için bu albüm yalnızca müzikal bir ifade değil, dinleyicileriyle kurdukları bağın da somutlaşmış hâli. Gitarist/vokalist Jules Crommelin’in sözleriyle: “Bir amacımız var: insanlara neşe vermek. Ben bunu ruh olarak görüyorum ve inanılmaz güçlü bir şey.”
‘LOVED’ın kalbinde hem birlik hem de nostalji var. Albümde yer alan ‘Safeandsound’, ‘Yougotmefeeling’ ve son single ‘Summerinlove’, grubun retro-pop estetiğini modern bir parlaklıkla yeniden yorumladığını kanıtlıyor. Özellikle ‘Summerinlove’, ayrılık sonrası dönemin inkâr ve özlem dolu ruh hâlini yakalayan bir şarkı. Altına işlenmiş kıpır kıpır bas yürüyüşleri ve yumuşak armoniler, şarkıyı hem dans ettiren hem de hüzünlü bir yaz anısına dönüştürüyor. Grubun sözleriyle: “Bu şarkı, bitmiş bir ilişkinin hâlâ sürebileceğine inanmak istediğiniz o inkâr döneminden doğdu.”
Albüm, Sydney’deki Golden Retriever Studios’ta canlı kaydedildi. Bu tercih, şarkılara Parcels’ın konser enerjisini taşıyan sıcak ve organik bir his katıyor. Bu enerji, Glastonbury’deki West Holts sahnesinde sergiledikleri ve Billboard’un “haftanın en büyük ve en groovy performanslarından biri” diye tanımladığı setlerinde de açıkça hissedildi.
Berlin merkezli grup, ‘LOVED’ ile birlikte müziklerinde daha da parlak bir noktaya varıyor. Dreamy vokal harmonileri, dansa davet eden bas hatları ve retro-disco dokunuşlarıyla albüm, hem geçmişe selam duruyor hem de bugünün indie-pop sahnesine yepyeni bir enerji katıyor. Özellikle ‘Summerinlove’, yazın son günlerine mükemmel eşlik edecek, güneşin batışını izlerken arka planda çalması için adeta yazılmış bir şarkı.
Parcels, ‘LOVED’ ile hem kendi müzikal yolculuklarını hem de dinleyicileriyle paylaştıkları coşkuyu kutluyor. Önlerinde Wembley Arena dâhil dev bir turne var ve grubun enerjisi hiç olmadığı kadar yüksek. LOVED, adından da anlaşılacağı gibi, Parcels’ın hem birbirlerine hem de hayranlarına duyduğu sevgiyi taşıyan, retro-pop’un çağdaş bir zirvesi.
FRUIT BATS – BABY MAN
Grammy adayı şarkı yazarı Eric D. Johnson, Fruit Bats’in yeni albümü ‘Baby Man’ ile kariyerinde bambaşka bir noktaya varıyor. Grubun ev stüdyosu günlerinden bugüne uzanan yolculuğunda böyle bir albüme işaret eden pek az şey vardı: Burada Johnson yalnız başına—yanında yalnızca gitarı, piyanoyu ve kimi zaman usulca beliren bir synthesizer var. 2019’daki ‘Gold Past Life’dan bu yana ilk kez yeniden buluştuğu prodüktör Thom Monahan dışında odada kimse yok. Sonuç: dinleyiciyi doğrudan Johnson’ın kalbine davet eden, çıplak ama görkemli bir müzik deneyimi.
‘Baby Man’, ilk bakışta sade bir ‘akustik dönüş’ gibi görünebilir. Fakat Johnson ve Monahan’ın niyeti bambaşka. Johnson’ın deyimiyle bu bir ‘minimalist-maksimalizm’ denemesi. Şarkı başına sadece dört-beş kanalın olduğu kayıtlarda, vokaller öne çıkıyor; sesin çıplak gücü ve kırılganlığı, şarkıların merkezine yerleşiyor. Bu, Johnson’ın bugüne dek yazdığı en ham, en içten şarkılar için doğru alanı yaratıyor.
Albüm, neredeyse bir eskiz defteri gibi ortaya çıktı. Her sabah boş bir sayfa, her gece yeni bir şarkı—bazen birden fazla. Örneğin ‘Puddle Jumper’ın ilk dizesi, Johnson’ın Monahan’a gönderdiği bir mesajdan (“I’m just trying to write a couple more songs”) doğdu. Parmakla çalınan gitar eşliği ve Johnson’ın titreyen sesi, albümün duygusal merkezini oluşturuyor.
‘Stuck In My Head Again’ ve açılış şarkısı ‘Let You People Down’, Johnson’ın albüm için tanımladığı “misyon bildirgeleri”: aşk, kayıp ve hayal kırıklığı üzerine, yaşananlara rağmen öğrenmenin asla bitmediğini hatırlatan şarkılar.
Başlık şarkısı ‘Baby Man’, yeniden doğuş teması etrafında dönüyor. Johnson’ın Los Angeles yangınlarından komşusunun köpeğine, kendi hayatına ve şarkılarına uzanan düşünceleri, şarkının içine sızıyor. ‘Creature From The Wild’ ise bu yoğun kişisel bakışın zirvelerinden biri. Albüm boyunca tekrarlanan soru şu: “Tüm bunlar gerçekten değer mi?” Cevabı, albümün kendisi veriyor: kesin bir “evet.”
‘Baby Man’ dinlenirken kimi anlarda odayı yalnızca Johnson’ın gitarının tınısı, bir sandalye gıcırtısı ya da bir synth’in parıltısı dolduruyor. Bu küçük detaylar, dinleyiciyi daha da yaklaştırıyor; o anın içine çekiyor. Sonuçta ortaya çıkan şey, yalnızca samimi bir albüm değil; aynı zamanda Johnson’ın kariyerini yeniden tanımlayan bir dönüm noktası.
‘Baby Man’, Fruit Bats diskografisinde benzeri olmayan bir kayıt. Johnson’ın şimdiye dek yazdığı hiçbir albüm bu kadar dikkat, yoğunluk ve yakınlık talep etmedi. Hem geçmişini yeniden çerçeveliyor hem de geleceğe yeni yollar açıyor. Tüm bunlarla birlikte, Eric D. Johnson’ın kendi kuşağının en önemli şarkı yazarlarından biri olduğunu güçlü biçimde hatırlatıyor.