HAFTANIN ALBÜMLERİ: 1-5 ARALIK



MELODY'S ECHO CHAMBER – UNCLOUDED

Melody Prochet, dördüncü albümü ‘Unclouded’ ile hem kendi külliyatının derinliklerine uzanan hem de bambaşka bir ufka açılan bir sayfa çeviriyor. 2012 tarihli kendi adını taşıyan ilk albümünden bu yana uzanan psikedelik pop çizgisi burada hâlâ hissediliyor; ancak ‘Unclouded’, yeni iş birliklerinin ve yeniden doğmuş bir yaratıcı enerjinin albümü. Prochet’nin bugüne kadarki en açık, en hayat dolu çalışması gibi duruyor: anda kalmanın, kırılganlıkla barışmanın ve bütün dağınık parçalarını sabırla altın tozuyla birleştirmenin kaydı.

Albümün etkileyici kadrosu, gerçekten ‘bulutsuz’ bir ses evreni yaratıyor. İsveçli besteci Sven Wunder’ın ortak prodüksiyonu, albümün dokusuna hem pastoral hem de sinematik bir derinlik katıyor. Wunder’ın imzası olan detaycılık, şarkıların pamuksu yüzeyini belirsiz bir pus yerine renkli bir zenginliğe çeviriyor. Josefin Runsteen’in avangart yaylı düzenlemeleri ise albüme rüya ile gerçek arasında salınan bir ihtişam ekliyor. Dina Ögon üyeleri Daniel Ögen (gitar) ve Love Orsan (bas), Prochet’nin “velvet groove” diye nitelediği sıcak, kaygan ritmik omurgayı kurarken; Malcolm Catto’nun (Madlib, DJ Shadow, The Heliocentrics) davulu bu omurgaya yer yer topraklanmış, yer yer patlamaya hazır bir dinamizm katıyor. Dungen’den Reine Fiske’nin gitar dokunuşları ise, uzun bir dostluğun verdiği özgüvenle, şarkıların içinde bir nehir gibi akıyor.

Albümün ustalıkla örülmüş final noktası ‘Daisy’, El Michels Affair’den Leon Michels ile Prochet’nin birlikte yarattığı ışıl ışıl bir pop şarkısı. Michels’in geniş ilham alanı—Wu-Tang’den Clairo’ya uzanan bir iş birlikçi mirası—şarkıya hem nostaljik hem taze bir parıltı kazandırıyor. Bütün bu çok katmanlı düzeni bir araya getiren isim ise Grammy ödüllü miks mühendisi Jens Jungkurth; onun dokunuşuyla ‘Unclouded’, hem kristal netliğinde hem de yumuşacık bir dokuda duyuluyor.

‘Unclouded’ın yayın öncesi single’ları ‘In The Stars’, ‘Eyes Closed’ ve Michels iş birliği ‘Daisy’, albümün çeşitliliğini önceden fısıldıyordu. Son olarak da ‘The House That Doesn’t Exist’, Diane Sagnier’nin yönettiği videosuyla bu evreni daha da genişletiyor: hem masalsı hem hafiften tekinsiz, hem gerçek hem hayal gibi. Tam da Prochet’nin tarif ettiği o “realizm ile masallar arasındaki eşik bölgesi”.

Melody Prochet’nin sözleri, albümün ruhunu en iyi özetleyen şeylerden biri: Hayatı yaşadıkça kaçma ihtiyacının azaldığını, kırık parçalarını altınla birleştirerek kintsugi misali yeni bir bütün yarattığını söylüyor. ‘Unclouded’, işte tam olarak bu: yaraların hem görünür hem değerli olabildiği, melankolinin güneşle barıştığı, psikedelik pop’un narin ama kendinden emin bir versiyonu.



DOVE ELLIS – BLIZZARD

İrlandalı müzisyen Dove Ellis, ilk albümü ‘Blizzard’ ile sessiz ama kesin bir biçimde kendi evreninin kapılarını aralıyor. AMF/Black Butter etiketiyle 5 Aralık’ta yayınlanacak albüm, Ellis’in bugüne kadar paylaştığı şarkılarla çizdiği sisli manzaranın artık somut bir şekle kavuştuğunu gösteriyor. Londra ve Liverpool’da bizzat kendisinin prodüktörlüğünde kaydedilen ‘Blizzard’; Big Thief, Dijon, Mk.Gee ve Bon Iver gibi isimlerle çalışmış Andrew Sarlo ile Sophie Ellis’in miksi sayesinde hem çiğ hem de dokunsal bir netliğe sahip.

Ellis’in yükselişinin müzikal tarafı kadar sahne yolculuğu da hızla genişliyor. Yakında ilk ABD turnesine çıkacak olan müzisyen, Brooklyn çıkışlı Geese’in açılışını yapacak ve Los Angeles ile New York’ta kendisinin ana sanatçı olduğu konserlerine imza atacak. Bununla birlikte, Dingle’daki Other Voices programında Olivia Dean, Dry Cleaning ve Florence Road ile aynı sahneyi paylaşarak ilk TV canlı performansını gerçekleştirecek. Albümün çıkışı ise 9 Aralık’ta Londra’daki prestijli ICA’da vereceği özel bir konserle kutlanacak.

Dove Ellis, henüz ilk albümünü yayınlamadan ses evreninin sınırlarını belirlemiş bir sanatçı gibi görünüyor: kışın keskinliğini duyusal bir şiire dönüştüren, soğuğu bir duygusal topografyaya tercüme eden biri. ‘Blizzard’ şimdiden hem duygusal yoğunluğu hem de klostrofobik güzelliğiyle yılın en merak uyandıran çıkışlarından biri olmaya aday.


TEED – ALWAYS WITH ME

TEED (Totally Enormous Extinct Dinosaurs), yani Orlando Higginbottom, 5 Aralık’ta yayınlanacak üçüncü albümü ‘Always With Me’ ile hem sanatsal hem kişisel anlamda dönüşümünü tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. West Coast’a yerleşmesi, moniker’ını Totally Enormous Extinct Dinosaurs’dan minimal bir TEED’e kısaltması ve prodüksiyon anlayışını sadeleştirmesi, albümün ruhunu baştan şekillendiren değişimlerden sadece birkaçı. ‘Always With Me’, bu yeni dönemin hem en içten hem de en ışıklı göstergesi.

Büyük ölçüde Los Angeles’ta tek bir synthesizer ile yazılan albüm, TEED’in müziğinde bugüne kadar pek rastlamadığımız bir aralığı açıyor: daha ferah, daha geniş, daha az katmanlı ama çok daha doğrudan bir duygusallık. Albümün mimarisi, dinleyicinin etrafında geniş boşluklar bırakan bir zarafet taşıyor; hafif elektronik atımlar ile esintili vokaller aynı anda hem kırılgan hem de iyileştirici bir etki yaratıyor.

Lirik olarak Always With Me, Higginbottom’ın kariyerindeki en duygusal açıdan açık sözlü işlerinden biri. Albümün ilk yarısı aşk, arzu ve özlem etrafında dönerken; ikinci yarı daha içe dönük, kendilik farkındalığı ve duygusal dayanıklılık üzerine düşüncelerle şekilleniyor. Parçaların çoğu, onun çocukluk yaz tatillerine —Fransa kıyılarında yaşanan ilk aşklar, özgürlük hissi, yalnızlık anları ve tatil bitişinin burukluğu— uzanan bulanık bir duygusal hafızadan besleniyor. Ancak albüm nostaljiye kapanmıyor; aksine bu anların yetişkinlikte nasıl yankılandığına odaklanıyor.

TEED albümü “dünyanın sonundaki bağlantı arayışı” olarak tarif ediyor ve bu cümle şarkıların ana omurgasını tam isabetle özetliyor. ‘Always With Me’, kişisel kırılganlıkla toplumsal kaosun iç içe geçtiği bir kesitte duruyor: hem mutluluğu bulma arzusunu hem de toksikleşmiş müzik endüstrisinde üretmenin ağırlığını taşıyor. Üç yıl önceki ‘When The Lights Go’dan bu yana geçen sürenin ardından gelen bu albüm, hem ayıklığı (sobriety) hem de hikâye anlatımındaki berraklığıyla bir tür içsel yeniden doğuşu temsil ediyor.

‘Always With Me’, mİnimalist bir elektronik dille derin bir duygusal yoğunluğu bir araya getiriyor; hem bireysel hem kolektif karanlığın içinde küçük, parıldayan bir bağlantı ihtimalini arıyor. Ve bu arayış, albümü sadece dinlenen değil, hissedilen bir deneyime dönüştürüyor.



TOM SMITH – THERE IS NOTHING IN THE DARK THAT ISN’T THERE IN THE LIGHT

Editors’ın karizmatik frontman’i Tom Smith, sonunda ilk solo albümüyle kendi sesinin en yalın hâline dönüyor. ‘There Is Nothing In The Dark That Isn’t There In The Light’, yıllardır biriken duyguların, akustik sadeliğin ve içsel yüzleşmenin kaydı. Smith, bu kez kalabalık bir grubun gölgesinden çıkarak daha kırılgan, daha kişisel bir alan yaratıyor.

Tired Pony’den tanıdığı Iain Archer ilekurduğu yaratıcı ortaklık, albümün omurgasını güçlendiriyor. Açılış şarkısı ‘Deep Dive’, yalnızlığın ortasında bile sıcak bir umut taşıyan tonu belirliyor. Albüm, ‘Broken Time’daki fısıltılı, Nick Drake’e göz kırpan parmak vuruşlarından ‘Life Is For Living’in genişleyen sinematik anlarına uzanan dinamik bir yelpaze sunuyor. ‘Lights Of New York City’ ve ‘Northern Line’ gibi şarkılar, hafif bir melankoli eşliğinde; geçmişe, dostluklara ve belleğin sarsıntılarına bakıyor. Kapanıştaki ‘Saturday’, küçük ama dokunaklı bir anı dondurarak albümü zarif bir buruklukla kapatıyor.

Sonuç olarak Smith’in ilk solo albümü, karanlıkla ışık arasındaki çizgide duran, samimi ve olgun bir çalışma: kendi özüne dönme cesaretinin sessiz ama güçlü bir ifadesi.

PAYLAŞ :