HAFTANIN ALBÜMLERİ 7 KASIM 2025



SORRY – COSPLAY

“We died when we started writing this album.”
— Sorry

Londra çıkışlı grup Sorry, üçüncü albümleri ‘COSPLAY’ ile kendi ölümlerini ilan ederken, aynı zamanda kimliklerinin küllerinden doğuyor. Domino etiketiyle 7 Kasım’da yayınlanacak albüm, grubun bugüne kadarki en iddialı yeniden doğuş hikâyesi: her şeyin sahte, herkesin başka biri olabildiği bir evrende müzikle var olmanın yeni biçimlerini arıyor.

Asha Lorenz ve Louis O’Bryen liderliğindeki grup, 2020’deki ‘925’ ile post-punk ve lo-fi pop arasında gezinen, Londra’nın gece yarısı enerjisini taşıyan bir çıkış yapmıştı. 2022’de gelen ‘Anywhere But Here’ daha içe dönük, duygusal bir tabloydu. ‘COSPLAY’ ise bu iki dünyanın da ötesine geçiyor: kendi sınırlarını yıkıp yeniden çizen, elektronik melodilerle bulanık gitar tınılarını harmanlayan bir yapboz gibi.

Albümün ilk sinyalleri, yıl içinde gelen ‘Jetplane’ ve ‘Waxwing’ teklilerinde belirginleşmişti. Daha sonra gelen ‘Echoes’ ise, grubun geleceğini temsil eden bir geçit gibi duruyor. Asha Lorenz’in yankılanan sesi, elektronik minimalizmin içinde hem kırılgan hem de tehditkâr; “Meet me at the butterfly sanctuary. Echo.” dizesiyle biten şarkı, dinleyiciyi hem rüyaya hem kâbusa davet ediyor.

Basın bülteninde albüm; “Sorry’nin kariyeri boyunca çizdiği tüm parametreleri silip yeniden yazan bir kayıt” olarak tanımlanıyor. Gerçekten de COSPLAY, grubun müzikal kimliğini teatral bir sahneye taşıyor. Rock’ın çerçevesi bu kez bir performans alanı, kimlik ise bir kostüm gibi.

Bu kostümün altında hâlâ tanıdık bir öz var: Londra’nın kaotik, alaycı enerjisi ve Lorenz’in hem soğukkanlı hem duygusal anlatımı. Ancak ‘COSPLAY’, Sorry’yi sadece bir gitar grubundan çıkarıp çağdaş bir ses laboratuvarına dönüştürüyor.

Albüm, Domino aracılığyla; dijital, CD ve renkli plak formatlarında yayınlanacak; ayrıca beyaz plak ve imzalı poster içeren özel bir Dinked Edition versiyonu da mevcut. 



MIDLAKE – A BRIDGE TO FAR

Yirmi yılı aşkın süredir folk-rock’ın en sessiz ama en kalıcı hikâyelerinden birini yazan Midlake, altıncı stüdyo albümleri ‘A Bridge To Far’ ile yeniden aramızda. Denton, Texas’taki The Echo Lab’de Sam Evian prodüktörlüğünde kaydedilen albüm, grubun şimdiye kadarki en duygusal, en insani çalışması olarak öne çıkıyor.

Bu kez odakta umut, tevazu ve direnç var. A Bridge To Far, yaşadıkları belirsizliklerin içinden yeniden doğan bir grubun albümü. Eric Pulido’nun ‘The Ghouls’da söylediği gibi; “karşımıza çıkan zorlukları şeytanlaştırmak yerine onları kucaklamak” bu dönemin mottosu olmuş. Bu şarkı, hem albümün çıkış teklisi hem de Midlake’in yeniden toparlanma sürecinin sembolü.

Albüm boyunca Pulido’nun vokali, hem dünyevi hem de spiritüel bir tonda yankılanıyor. ‘The Calling’, ‘Days Gone By’ ve ‘Guardians’ gibi şarkılar kişisel dönüşüm, içsel denge ve görünmeyen güçler üzerine kurulmuş. Özellikle ‘Guardians’da Madison Cunningham ile paylaştığı düet, albümün duygusal merkezini oluşturuyor. Hannah Cohen ve Meg Lui’nin vokal katkılarıysa albüme sıcaklık ve derinlik katıyor.

Sam Evian’ın prodüksiyonu, Midlake’in her zaman sahip olduğu pastoral folk-rock dokusunu korurken, ona daha net bir atmosfer ve nefes alan bir alan kazandırıyor. Şarkılar arasında beliren doğaçlama anlar — birbirine karşı çalan saksafonlar, akışkan tempolar, hafif distorsiyonlu gitarlar — albümü hem samimi hem de öngörülemez kılıyor.

‘A Bridge To Far’, adını taşıdığı köprü metaforunu hakkıyla taşıyor: ulaşılamaz gibi görünen ama yine de ulaşmaya değer bir şeyi temsil ediyor. Bu, sadece bir dönüş albümü değil; Midlake’in birbirine, müziğe ve insana dair inancını yeniden onayladığı bir kayıt.



PORTUGAL THE MAN – SHISH

Alaska kökenli grup Portugal. The Man, onuncu stüdyo albümleri 'Shish' ile köklerine, kimliğine ve inançlarına doğru bir iç yolculuğa çıkıyor. 7 Kasım’da Thirty Tigers ve KNIK Records etiketiyle yayınlanacak albüm, grubun bugüne kadarki en kişisel ve tematik olarak yoğun çalışmalarından biri.

John Gourley’nin vokal merkezli hikâye anlatımı, bu kez “hayatta kalma, bağ kurma ve hırs” üzerine kurulmuş. Gourley, açılış teklisi ‘Mush’u; “tehlike ve absürtlükle çevrili kırsal yaşamın bir yansıması” olarak tanımlıyor. Şarkının tekrarlayan “we can be family” dizesi, izolasyonun ortasında dayanışmaya tutunan bir çağrı gibi yankılanıyor. Ardından gelen ‘Tanana’, Gourley’nin ifadesiyle; “uçurumun kenarındaki bir dünyada anlam arayan jenerasyonel bir hüznü” dile getiriyor.

Samimi ve içten üretim süreciyle dikkat çeken 'Shish', hem Alaska’nın soğuk manzaralarına hem de Gourley’nin babalık deneyimlerine odaklanıyor. Şarkıların çoğu, hem kendi çocukluğundan hem de genetik rahatsızlığı olan kızını büyütürken edindiği derslerden besleniyor. Bu yönüyle albüm, yalnızca kişisel bir anlatı değil; toplumsal bir vicdan çağrısı da içeriyor. “Daha adil bir dünyaya inanan, ihtiyacımız kadarını alıp geri kalanını paylaşmamız gerektiğini hatırlatan” bir albüm olarak tanımlanması boşuna değil.

‘Mush’ ve ‘Tanana’ single’larının ardından yayınlanan ‘Denali’, albümün coğrafi ve ruhsal eksenini çiziyor: Alaska’nın sertliğiyle insanın kırılganlığını aynı potada eritiyor. Müzikal olarak Shish, Portugal. The Man’in önceki albümlerindeki psikedelik ve pop-odaklı enerjiyi biraz geri plana alıp daha akustik, hatta spiritüel bir tınıya yöneliyor. Gourley’nin yakın zamanda Amazon Music için kaydettiği ‘Golden’ cover’ı da bu dönüşümün ipuçlarını taşıyor: abartısız, sade ama duygusal olarak yoğun.



WHITNEY – SMALL TALK

Chicago merkezli ikili Whitney, dördüncü albümleri ‘Small Talk’ ile kariyerlerinin en samimi, en etkileyici kayıtlarından birine imza atıyor. Julien Ehrlich ve Max Kakacek’in on yılı aşkın süredir süren müzikal ortaklığı, bu kez tamamen kendi ellerinde şekillenmiş bir üretim sürecine dönüşmüş. 2024 yazında prodüktörsüz olarak kaydedilen albümde, dostlarının katkılarıyla spontane ve içten bir ruh yakalamışlar.

‘Small Talk’, 11 şarkılık yapısıyla hem tanıdık bir Whitney sıcaklığı taşıyor hem de grubun olgunlaşan sesini gözler önüne seriyor. Klasikleşmiş melodik duyarlılık hâlâ orada; fakat bu kez daha özgür, daha ferah bir tınıyla buluşuyor. Açılış teklisi ‘Darling’, yaz ortası hüznüyle parlayan ‘Dandelions’ gibi şarkılar, Whitney’nin kırılganlıkla neşeyi aynı potada eritme becerisini yeniden hatırlatıyor.

‘Dandelions’ın arkasındaki hikâye ise albümün duygusal omurgasını oluşturuyor. Ehrlich ve Kakacek’in farklı şehirlerde aşklarının peşinden giderken yaşadıkları kayıplar, “a big city hopeful who gets chewed up and spit back out into the heartland” sözleriyle yankılanıyor. Julien’in melankolik falsettosu, yaylılar ve nefeslilerle örülmüş zengin bir orkestrasyonla birleştiğinde, şarkı hem hüzünlü hem iyileştirici bir etki bırakıyor.

Müzikal olarak ‘Small Talk’, Whitney’nin folk-soul köklerini korurken daha atmosferik ve organik bir yapıya evriliyor. Max Kakacek’in slide gitar dokunuşları, Julien Ehrlich’in sade davul partisyonları ve doğal akışta gelişen düzenlemeler, albümü yapaylıktan uzak, nefes alan bir kayıt haline getiriyor.

‘Light Upon The Lake’den (2016) bu yana Whitney hep bir tür huzur ve kırılganlık arasında gidip geldi. ‘Small Talk’ ise bu ikiliği tam anlamıyla dengeleyen bir dönüm noktası. Aşktan, dostluktan ve hayal kırıklıklarından süzülen küçük diyaloglar gibi: kısa ama kalbe işleyen.



WHITE LIES – NIGHT LIGHT

On yedi yılı geride bırakan White Lies, yedinci stüdyo albümleri ‘Night Light’ ile yeniden ışığa dönüyor. Grubun kariyerinde bir dönüm noktası olarak öne çıkan bu albüm, yalnızca ses açısından değil, yaratım süreci bakımından da farklı bir deneyimi temsil ediyor.

Harry McVeigh, Charles Cave ve Jack Lawrence-Brown üçlüsü bu kez sahneyi stüdyoya taşıdı — kelimenin tam anlamıyla. The Midnight Special gibi 70’lerin canlı performans TV programlarından ilham alan grup, şarkılarını kaydetmeden önce sahnede prova eder gibi birlikte “yaşayarak” şekillendirmeyi seçti. Şarkılar, kayda girmeden önce ter dökülen bir odada olgunlaştı; bu da ‘Night Light’a hem spontanlık hem de samimiyet kazandırdı.

Albümün ilk teklisi ‘In The Middle’, bu ruhun doğrudan bir yansıması. Motorik tempolu ritimler, yoğun synth dokular ve finale doğru yükselen bir enstrümantal bölümle, White Lies’ın canlı çaldığı bir odadaki enerjisini birebir hissettiriyor. Grubun söylediğine göre bu şarkı yaklaşık on yıldır “uykudaydı” ve sonunda doğru anı buldu. Sonuç: kariyerlerinin en tutkulu kapanışlarından biri.

Albüm boyunca White Lies, sound açısından yeni alanlar keşfediyor. ‘Nothing On Me’’nin progresif enerjisi, ‘Going Nowhere’in 70’ler disko havası, ‘Everything Is OK’ ve ‘Juice’un duygusal açıklığı; grubun hem geçmişine selam gönderen hem de sınırlarını genişleten bir koleksiyon oluşturuyor. Klavyeci Seth Evans’ın katkısı, düzenlemelere canlılık ve yeni bir renk katıyor — yalnızca destek değil, ortak yaratıcılık hissiyle.

Charles Cave’in, “Bu albüm özgürlük gibi hissettirdi — kim olduğumuzu tam olarak bildiğimiz bir anın sesi” sözleri, ‘Night Light’ın özünü tanımlıyor. Grubun geçmişine dönüp bakıldığında — ‘To Lose My Life…’ın dramatik karanlığından ‘As I Try Not To Fall Apart’ın olgun sadeliğine — bu yeni kayıt, kendinden emin bir yeniden doğuşun hikayesi gibi.

PAYLAŞ :